“Söz gümüş ise sükût altındır.” sözü bizim dışarıyı değil içeriyi, yani kendimizi dinlememiz için söylenmiştir. Hoş, çoğu zaman bizim kültürümüzde “sus bakayım cevap verme” kalıplarıyla kendimizi ifade etmemiz engellendiği için bu sözü de sıklıkla bu anlamda okuyoruz.
“Çocuklar lafa karışmaz”, “kimse duymasın sakın”, “annen, baban, kocan duyarsa başın derde girer” benzeri telkinlerle susturuluruz. Kendimizi ifade etmemiz değil de etmememiz makbulmüş gibi bir algı oluşturulur. Her ne kadar şimdiki çocuklar bolca konuşarak kendilerini ifade etseler de dinleyenleri yok; anne babalar hep meşgul. Onlar da ebeveynleri gibi bir yolunu buldu ve yalnızlık kervanının üyeleri olarak ailelerinin yanlarında da olsalar akıllarını ellerindeki akıllı telefonlarla eğitiyorlar.
Susmak dışarıya karşı bir “eylemimiz’’; kendimizi olduğu gibi doğrudan, korkmadan, çekinmeden, “kim ne düşünür” demeden ifade etmemiz mühürlü sanki. Konuşuyoruz; hem de bolca… Fakat söylemek istediklerimizi gizlemeye çalışarak. Hatta bazen başkalarının arkasından konuşuyoruz, dedikodu yapıyoruz. Ekleme yapmadan, hatta bazen eksik bile anlatıyoruz ama olayın kahramanlarına değil orada olmayanlara olanı biteni tekrar tekrar aktararak rahatlamaya çalışıyoruz. Eleştirilerimizi, rahatsızlıklarımızı, beğenmediklerimizi bazen birisine, bazen de kendi kendimize anlatıp duruyoruz.
“Bana söylediklerini hak etmedim”, “çok bilmiş, kendini beğenmiş”, “ne kadar üzüldüm o şekilde davranmasına…” vs.
Bu tarz düşüncelerin ve kendi kendimize ya da başkalarıyla böyle konuşmamızın nedeni ne olabilir?
Kabul görmek, hoş görünmek, kibarlık, edep, korku, statümüz gereği veya her neyse.
Susmanın ağırlığını atabilmek için sustuğumuz şeyden elimizden geldiğince, bol bahsediyoruz. Bazen vesvese halinde kendimize, bazen bir dostumuza… Bir tek yüzüne söylememiz gereken insanlara karşı susuyoruz.
İtirazları duyar gibiyim: “Ben söylerim, hiç kimseden korkum yok, aklıma ne geliyorsa söylerim.’’.
Yalan söylemeyelim birbirimize. Birine söyleseniz birine susarsınız.
Ancak, derseniz ki; “hayatım boyunca hiç anjin olmadım, hiç sesim kısılmadı, hiç öksürmedim, boğazımla ilgili hiçbir sıkıntım olmadı”; o zaman başka tabi. Size inanırım.
İçimizden, kalbimizden geçeni işimize geldiği zaman dile dökeriz. Bize öğretilen ilk toplumsal kurallardan birisi budur: Nerede nasıl konuşacağını bilmek edep sahibi olmaktır.
Susmak bazen bizi o kadar yorar ki; o yorgunluğu konuşarak atarız üzerimizden. Ne konuştuğumuzun da bir önemi olmaz, “boş” konuşuruz.
Havadan, sudan, modadan, siyasetten vb. bahsederiz.
Kendimizi anlatmak istemeyiz ya da belki de anlatamayız.
Halimiz nicedir; belki biz de bilmeyiz. Bu nedenle en sevdiğimiz iletişim şekli bize bizin anlatılmasıdır. Çoğu kişi falcıları bile bu nedenle ziyaret eder ve çıkışta da “Söylediği her şey doğru, tam beni tarif etti” der.
Biz dışarıya sustukça ve kendimizi ifade edemedikçe kendimizle olan bağımız da kesiliverir.
Tuhaf gelecek belki ama kendimizi dinlemek için en çok ihtiyacımız olan şey susmak ve dinlemektir. Kalbimiz ne diyor?
Kendimizi susturmadan susmak ve dinlemek; kendimizi, özümüzü, kalbimizi, hayatın ritmini hissetmek ne güzel olur.
Belki bu yüzden kendimizle olmak istediğimizde susarız ve öylece seyrederiz, kendimizle baş başa, can cana olmak iyi gelir. Hele bazen susarak konuştuğumuz bir kalp ile berabersek daha da keyif verir seyretmenin lezzeti.
Sustukça seyrederiz hayatı, olanı, bize verilen mesajı ve kalbimiz huzurla dolar, an ile buluşur ve böylece biz yaşamın coşkusuna katılırız.
Çok sevdiğim bir şiirden bir parça paylaşıyorum sizlerle:
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan, Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın. Uçar gider, koşsan da tutamazsın…
William Shakespeare