Bu İçeriği Paylaş
Bazen hayatta öyle karşılaşmalar olur ki, hem de hiç tanımadığımız insanlarla, bir tek sözcük bile konuşmadan, birdenbire tek bir bakışla ilgilenmeye başlayıveririz.
(Dostoyevski, Suç ve Ceza)
Bu cümleyi okuduğumdan beri düşünüyorum. Köşeye sıkışmış hissettim kendimi. Elim yazmaya, dilim söylemeye varmadı ama aklımda tek hece, AŞK.
Göz göze gelince yüzümüzde iz bırakan kıvılcım.
Belli belirsiz ince bir gülümseme olur dudağımızın köşesinde. O anda aldığımız nefes derinlerde bir yerde gömülmüş duygularımızın tozunu üfler, ortaya çıkarıverir de şaşırırız elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı. İsteriz ki ‘O’ da bizim gibi hissetsin. Hatta belli etsin.
İç konuşmalarımız başlar sonra. Kim acaba? Nasıl biri? Bizim gibi yaralı mı? Yaralarından öpeni var mı? Sonra susturmaya çalışırız içimizdeki sesi. ‘Bak işine’ deriz kendi kendimize ama nafile. O bakış gözlerden kalbe incecik sızı gibi yer etmiştir bir kere. Yeniden rastlaşır mıyız? Kim bilir?
İlk rastlaşmamız nerede ve ne zamansa, sonraki günler aynı yer ve zamanda orda olmak için vakit geçmek bilmez. Biz orda olacağımızı biliriz de ‘O’ gelecek midir? Bilinmez. Gelmediği günler umut bakiyesini ertesi güne aktarırız. Geldiği günlerse uzaktan görürüz adım adım yaklaşmasını. Kalp hızlanır, göz gülümser, içimiz sevinir de dışımız belli etmeden durur.
Günler hatta aylar geçer algoritmasını çıkarır, ezberleriz. Şu saatte şurada olacak, bugün gelmeyebilir gibi… Kulak misafiri olup konuşmaları dinler fikir edinmek isteriz, derleyip topladığımız her bir veri yerli yerine konmayı bekleyen puzzle parçası gibidir.
Yıllarca katman katman ördüğümüz görünmez duvarın ardından izleriz. Rapunzel gibi ama bu sefer kendi kendimizi hapsetmişizdir.
Peki modern çağın Rapunzel’i olan bizi kim kurtaracak?
Görünürde ne bir kale vardır ne duvar. Sadece duvar gibi duruşun ardında sevgiyle atan kalp, sesini kulaklarımızda duyurur. İsteriz ki ‘O’da duysun ama nasıl?
Bir merhaba çıkmaz, çıkamaz ağzımızdan. Boğazımız düğümlenir, yutkunur kalırız. İzleriz öylece. İçtiği sigaranın izmaritini yere atmayıp çöp kutusunda söndürüşünü, aylarca rastlaşıp da ne bize ne başkalarına rahatsız edici bakışı, tavrı olmayışını, yardım isteyenlere nezaketle yardım edişini duvarlarımızın ardından izleriz.
Öyle bir zaman gelir ki beklemenin beyhude olduğunu, kendimizi hapsettiğimiz kaleden, kendimiz çıkabileceğimizi anlar bunun için yollar ararız. Beklenti halinden ve zihinde kurgulamaktan özgürleşmenin yolu somut bir adımdır. Bunun için gerekli olan cesareti göstermek, belirsizlik bulutunun ardındaki netliği ortaya çıkarır. Birkaç provanın ardından derin bir nefes alıp merhaba deyiveririz. Rapunzel’in saçını kendi kesip kaleden aşağı inmesi gibi bir şeydir bu.
Sonrasında ağzımız kulaklarımızda fotoğrafımızı çekip kız kardeşimize göndeririz. Çok mutluyum, bugün selamlaştık yazar ve cevap bekleriz. Bildirim geldiğinde mesajı heyecanla açarız. Bir gülümseyen fotoğraf da kız kardeşimizden gelmiştir ve altında ‘sen mutlu ben mutlu’ yazıyordur.
Bir sonraki rastlaşmamızda bekleriz, bir adım da karşıdan gelir mi bakarız. Bu sefer selam alan oluruz. Böyle böyle günler geçer.
Yalnız kalınca düşüncelere dalarız. İsmini, ne iş yaptığını, nereli olduğunu bilmeden bizde uyandırdığı duyguyu severiz. Aşkın bu etiketsiz hali; temizlik yaparken, yemek pişirirken, yürüyüşe çıkarken Spotify’da mutlu aşk şarkıları listesini açtırır. İçimizi coşturur, dans ettirir, adımlarımız yerdeki parkelerin üzerinde süzülürken hayaller kurdurur.
Belki yıldızlı bir gecede, sahilde otururken ‘O’, Ahmed Arif’ten bir şiir okur biz de dinleriz.
Kim bilir?
Doğdun
Üç gün aç tuttuk seni
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş bebem
Hasta düşmeyesin diye
Töremiz böyledir diye
Saldır şimdi memeye
Saldır da büyü