Bu İçeriği Paylaş
Hayat her an bize bir mektup yazıyor, okuyalım, fark edip dönüştürelim diye… Tıpkı yeni bir dil öğrenir gibi bu dili öğrenmek, sembol okuyucusu olmak, mesajları fark edip kabul etmek ve hayatımızın tıkanıklıklarını dönüştürmek mümkün…
YAPRAK ÇETİNKAYA ( Pozitif Dergisi Genel Yayın Yönetmeni)
Meltem Güner, iflah olmaz bir gözlemci ve hayat okuyucusu… Hayatın semboller aracılığı ile gönderdiği mesajları okumaktan müthiş zevk alıyor. Yeni kitabı “Sırlar Bohçası”nda bize de bunun yollarını anlatıyor. Bugünlerde kendinden otuz yaş küçük arkadaşları ile aynı sıralarda antropoloji okumaya başlayan Güner, “Bana kağıttan okumak yetmez. O bilgiyi hayat nerede doğruluyor onu görmek isterim. Bilge bir yaşlı olmaya niyet ettim. Çocukların masalcı teyzesi olabilirim. Yaşlandıkça değeri artan, giderken ‘Çok şükür değdi, yaptıklarım iyiydi’ diyebilmek istiyorum” diyor.
Sembol deyince aklımıza yaşam çiçeği, Davut’un yıldızı, anahtar, fil gibi kavramlar gelirdi. Oysa sen diyorsun ki yolda rastladığımız bir insandan evdeki bir eşyanın durduğu yere kadar her şey bir sembol olabiliyor…
Bir mesaj aldığımız her şey semboldür, bu nedenle de her an her şey bir sembol olabilir. O “mesajı” aldığımız an bir sembol haline gelir. Biz “ankh” sembolünü gördüğümüzde onun bilgisini almış olduğumuz için “sonsuzluk” olduğunu biliyoruz. Daha görür görmez bütün içeriğini veriyor. “Girilmez” levhasını gördüğümüz an o da mesajını veriyor. Uzun uzun “Buradan girme, diğer taraftan dolaş” falan demiyor. Hayatın içinde başımıza bir şey geldiğinde ise bunun adına tesadüf diyoruz. Aslında tesadüf denen şey bizim dikkatimizi çekmek için… Hayat bizim dikkatimizi çekmek istiyor. Tesadüf siparişin teslim anıdır. “Bu niye benim başıma geliyor?” diye sorduk diyelim. Yanıtı mutlaka geliyor. Mesela rüyada bir yanıt geliyor; orta okuldan arkadaşını görüyorsun ama “Hayırdır inşallah” deyip geçiyorsun. Halbuki hayatının o dönemiyle bağlantılı bir haline işaret edebiliyor rüya…
Semboller aynı zamanda çok da kişisel o zaman….
Sembollerin bir dili var evet. Kadim yani öncesiz semboller, ne zaman başladığı bilinmeyen ama farkında olmadan kültürler arası dolaşan semboller. Bir de bireysel sembol dilimiz var. Köpeği seviyorsanız rüyada köpek görmek iyi bir işaret. Ama köpek sevmiyorsanız, rüyadaki köpek havlayan, ısırabilecek bir düşman olabilir. Renkler ve sayılarla da her an sembolik olarak bir alışveriş halindeyiz. Uğur ya da uğursuzluk saydıklarımız, anılarla yükleme yaptıklarımız da var. Bir şey yaşıyoruz. O sırada bir renge, şekle, sayıya bir mana yüklüyoruz ve ondan sonra bize hep aynı şeyi çağrıştırıyor o sembol. Sembol, bize mesaj veren, bir şey çağrıştıran, bilgi aktaran her şey demiştik.
O zaman mesajı almak için önce sembolün ne dediğini fark etmemiz gerekiyor? Nasıl fark edeceğiz?
Çağın en önemli mesajı anda yaşamak… Hepimizin gayreti de bu yönde. Hiçbirimiz anın lezzetine bakmamış değiliz. Hepimiz zaman zaman anı yaşıyoruz ama anda kalmakta sorunumuz var. Andan düşüyoruz ve bizi andan düşüren şey zihnimizin meşguliyeti. Bir de modern çağın bir hızı var.. .Telefona bakarken andan kopabiliyoruz. Ama diğer yandan telefondan da mesaj alıyoruz aslında. Tam bir şey düşünürken cevap gibi bir mesaj geliveriyor, şaşırıyoruz. Zihnimizle dışarıda seyrettiğimizi bir araya getirmeliyiz. Tasavvufta Seyri Sülük makamı vardır. Sadece seyredersin, seyrettiğinden fark ederek bir buluşmaya doğru gidersin. Benim davetim bu yönde… Diyelim ki “Bugün Yaprak ile röportajım nasıl geçecek?” diye düşünüyordum, dönüp denize baktım, iki tane balık atladı. Benimle konuşuyor, sohbet halindeyiz, “Bak güzel, iki kısmet, şans, bağlantı…” diyor. Bu kitabı yazmaktaki en büyük amacım bu, sohbeti fark ettirmek.
Her an böyle bakmak da insanı yormaz mı ya da yanıltmaz mı?
Bunda aşırıya gitmek de doğru değil. Dengede ilerlemek bizi anda tutuyor. “Şu an kuş ötüyor acaba niye öttü, arabanın sağını çizdim, ayağımın solunu vurdum” demek de insanı andan koparıyor. Oysa ben ana davet ediyorum, diyorum ki, “Dikkatini çektiği andan itibaren seyret.” Oturup bütün gün sembol aramaktan bahsetmiyorum. Yaşamı kendinden, kendini yaşamdan ayırma, ikisini birleştir, bir araya gel. “Bu benim başıma niye geldi, ben bunu niye seçtim?” sorularının cevabı yine sende. Sarıdan nefret ediyorsun belki… Mutlaka babanla ilgili, kararlarınla ilgili, rengi sarı olan göbek çakra merkezinle ilgili bir şey oldu. Dön bak, bağlantı kurarsan, mesajı alırsan özgür kalacaksın. Anda kalıp dikkatini hayata verip ertelemeyi bıraktığın sürece semboller mesaj iletmeye devam ediyor. Sen de tesadüfleri kucaklamaya başlıyorsun.
Tesadüfler hep keyifli gelmiyor ama…
Biz bilete amorti çıkınca seviyoruz tesadüfleri… Bir kazayı tesadüf diye adlandırmak hoşumuza gitmiyor. Oysa hepsi mesaj… Bedenin neden sol tarafı hastalanıyor da sağı hastalanmıyor? Bazen de üst üste oluyor kazalar, hastalıklar… Hep sol elini vuruyorsun mesela. Neden? Bunun tesadüf olmadığını kendi hayatımda da anladım. Sol taraf dünya ile, geçmiş ile bağlantımız, kadınlarla ilişkimiz. Hepsi de sonunda “anne”ye geliyor. Anne bizim ilk toprağımız. O nedenle sol, aynı zamanda vatanımız da… Devletten öte içinde var olduğumuz toprak. Anne bizim dünyamız, rahim bizim ilk dünyamız. Sol taraf neden anne? Bedende ilk oluşan organ kalp nerede, solda… O nedenle…
Sol elle ilgili bir şey yaşadım, nasıl okuyacağım? O kadar çok alt başlığı var ki içinden çıkamıyorum. Ne yapacağım?
Rüyalarda da aynı şeyi anlatıyorum. Rüyada da, olayda da, kazada da, duyguda da aynı şeyi yapacağız. İlk şart: Başkasından medet ummayı bırakacağız. Yani başkasına anlatmayacağız. Başkasına anlatırken biz anlatıyoruz o dinliyor. Oysa deftere yazsak dinleyen yine biz olacağız. Karşıdaki insan kabı kadar alır, yaşadığı kadar empati yapar. İnsanı en iyi yine kendisi bilir.
İkincisi bu olayla yüzleşeceğiz. Yani olayın bütününü bir metin gibi yazacağız, olayı topraklayacağız. Yazınca mesajı almak daha kolay. Yazılan şey olayın dedikodusudur. Orada bir yer dikkatini çeker. Sayılar, renkler, yönler, kaza, kırık, acı… İlgini çekenleri daire içine al. Onlarla istiyorsan alt metin yaz. Sol eline bir şey oldu diyelim. Sol ne demekti? Anne… Ne oldu? Canımı acıtacak bir şey oldu. İnsanın canının acıması ile ruhsal olarak acı yaşaması aynı şeydir aslında. Benim kadınlarla ilgili, maddi dünya ile ilgili, bedenimle ilgili yaşadığım bir şeyler, anılarım veya annemle ilişkim canımı acıtıyor. Peki elinin neresi acıdı? Parmak mı, bilek mi, içi mi, dışı mı? Onu da yaz. Elinin o bölgesini hayatta ne için kullanırsın, düşün, bağlantı kur. Bunun matematiği çok ortada aslında. El bileği ne işe yarar? Hareket etmeyi sağlar, seni özgürleştirir. Solaksın, sol bileğin yaralandı, hayatın içindeki hareketlerin durdu, hareket edemiyorsun istediğin gibi. Peki acın uzun mu sürdü? Uzun süre elini kullanamadın mı? Onu da yaz. Yazdın, yazdın ve sonuca geldin: “Benim annemle/geçmişle yaşadığım hal, bugün özgürce hareket etmemi engelliyormuş” diyebilirsin. Belki o an hala anlamadın. Yaz, koy bir yere. Aradan zaman geçsin, bir daha aç bak, değişecek, alacaksın mesajı…
Evdeki eşyalarımız, eşyaların yerleri de bize çok mesaj veriyor galiba.
Evet. Mutfaktan örnek verelim. Yemek bizim hayatla en kıymetli bağımız. Bu nedenle evde de en kıymetli yer mutfak, ocak. Biz ne yapıyoruz? Mutfağı harika döşüyoruz, bardaklar, tabaklar, süsler. Ama dışarıdan besleniyoruz. Pratik yaşıyoruz. Bekar olsan bile üret.. Orası üretim yeri… Sen hep dışardan besleniyorsan, hayatta da hep dışardan beslenirsin. Kendin yaparsan bereket yaratırsın. Yemeği kendin yaparsan en iyisini seçersin. Dışardan yersen en ucuzunu yemiş olursun.
Evde ve hayatında sembollerden de önce seçimlerini ne üstüne yapıyorsun? Kriterin ne? Yediğin içtiğinde, kıyafetinde plastik malzemeden uzak duruyor musun, doğala yakın mısın? Diyelim ki kişisel gelişimden bahsediyosun, hayatını geliştirmek için gayretin var ama gidip fast food yiyorsun ya da estetik yaptırıyorsun. Belki de bedenine eziyet ediyorsun, hastasın ama mecbur hissedip spora gidiyorsun. Burada yine seyir var. Bu sefer kendi hayatında kendi seçimlerini, neleri çağırdığını fark etmek var. Hiçbir şey tesadüfen gelmiyor. Giyimde, eşyada plastiği seçiyorsan bir düşün. Plastik ölü bir maddeden ve yok olmuyor. Seçimin bunun üzerineyse sen “bir şey hep devam etsin, hep aynı kalsın” istiyorsun. Çağın enerjisinde de bu kadar değişimden bahsederken aynılık dayatılıyor aslında. Aynı kal. 50 ol ama 30 göster, kilon hiç kımıldamasın, ince ve kırışıksız ol ama geliş! Bunu eleştirmiyorum, fark ediş yaratmak istiyorum. Dışsal bir dayatmanın altındayız. Özgürce seçim yapmaktan alıkonuluyoruz. Kahveyi eskisi gibi ikram edemiyoruz, yanında süsler püsler olacak. Hep bir ispat çabamız var. Oysa gelen kahveyi içmeye gelmiyor, sohbete geliyor. Ama konuşacak konumuz yok. Ya dedikodu ya maç… “Halin nicedir? Dostum nasılsın?” diyecek halimiz yok. “Bana böyle dedin, kırıldım, konuşmak istedim” samimiyeti yok. Bu samimiyet olmadığı için yaşadığı hayata yabancılaşmış, hayat amacını arayan, mutluluğu arayan, aşkı arayan aslında gerçekliğini arayan insanlarla örülü bir dünyada yaşıyoruz.
Eve gidince ilk işim bu bakış açısı ile her yere bakmak olacak.
Evet bak, seçimlerinde ne kadar samimisin? O eşyaları kendin için mi aldın, birisi gelir, ayıp olmasın diye mi? Eşyalarını düzenlerken hangi hali yaşıyorsun? Birisinin bir eksiğini görmesinden rahatsız oluyor musun? Kendini rahatlıkla açabiliyor musun? Kaskatı hallerimizi en güzel evimiz anlatıyor. Dışarıyı çok güzel, çok güzel okuyoruz da kendimizi okumak için aynaya ihtiyacımız var. Evimiz güzel bir ayna. Oradan başlayabiliriz.
Evdeki sembolleri nasıl okuruz?
Bir örnek vereyim. Nar bereket sembolüdür, bunu biliyoruz. Nar ne renktir? Dışı kırmızıdır, zaten kelime anlamı da ateş. Sen bir nar sembolü almışsın, eve koymuşsun ama rengi mavi! Mavi ne yapıyor? Soğutuyor. Ateşin üstüne su atıyorsun. İşte okuduk. İlla kitaba bakmaya da gerek yok. Meltem sadece yol açıyor, rehberlik etmeye gönüllü. Bilginin bohçasını da açıyorum, saçılmış bilgiyi bohçalıyorum da… Diyorum ki “Gel, sen de bir sembol okuyucusu olabilirsin ve okuyunca çok rahatlayacaksın. Bir kere hayatının üçte birini geçirdiğin rüyalarınla öteki hayatını bulacaksın. Oradan çözümlediğin zaman kazalar, travmalar daha kolay yola girer hale gelecek. Kabule geçebileceksin.”
Bereketle ilgili sıkıntı var diyelim. Senin de buna dair önerilerin var. Sadece bunları yapmak yeterli mi?
Değil. Bu konunun doğru anlaşılmasını önemsiyorum. Cüzdanınız üzerinden okuma yaptığım bir videom var. Çok kez izlenildi. Altında yorumlar var. Her şeyde olduğu gibi ikilik oluşmuş. Birilerine ilginç gelmiş, “Uygulayayım” diyorlar. Birileri de daha uygulamadan itiraz ediyor, “Sen çok biliyorsun” diye. İtiraz etmekte haklı çünkü bunu almaya daha hazır değil. “Para ile sorun yaşamaya devam etmek istiyorum” diyor aslında. Evet, ben dedim diye yaparsanız işe yaramayacak zaten. Orada sembol üzerinden anlattığım bir şey var. Küçük bir alanda değişiklik yap, hayatın değişsin diyorum. Annenle sorununu halletmekle, bu konudaki travmanı çözmekle uğraşma… Müthiş bir bilge olan Nasreddin Hoca ne diyor? “Ya tutarsa…” Sen bir gel, bir kaşıkla başla, tutacak o maya. Cüzdan senin günlük hayatta en çok kullandığın, para alışverişini düzenlediğin yer ve para bu çağın kazanç enerjisi. Uzman olmaya da gerek yok. Aç cüzdanına bak, sen oraya neler koydun. Orada paranın olması gereken yerde sen neleri para enerjisinden alıyorsun? Harcama fişlerin mi var, fotoğraflar mı var, kimlikler mi var? Bir boşalt ve de ki “Ben para olsam buraya gelir miyim? Gelmezsin çünkü sıkışıklık var. Tabii fark edersen… Bazen sıkışıklığı fark edersin bazen de “Bu da bir deneyim” dersin. O zaman da açıyor yolu hayat. Açıksın çünkü, kabuldesin. Kabul yoksa dönüşüm yok. Bu kadar basit. Kabul dördüncü çakradan, kalp gözünden… Kalpten kabul ettiğin her şey için kainat emrine amade. “Ne kadar sıkışıkmış cüzdanım” deyip kabul ettin, düzenledin. Yine kendini izle. Harcama fişlerini tekrar koymaya başlıyor musun? Ben de yaşadım bunları. Fişleri koyacak yer bulamıyor, şimdilik dursun diye yine koyuyordum cüzdana. Sonra saklamam gereken fişler için küçük bir bez çanta kullanmaya başladım. Ayrı cüzdan, çanta taşımanıza da gerek yok ama düzenli olsun, enerjinin akışına izin ver. Bunun farkındalığını yaşayın, sıçrama yaşayın.
“ Benden dolayı bir sey olmaz, benim aracılığımla olabilir. Sembolden dolayı da olmaz, sembolün aracılığı ile olur.”
Keramet sembolde değil yani, onun mesajını okuyup kabul etmekte…
Ben sadece sembol anlatmıyorum. Putperestliğe, tabulaştırmaya karşıyım. Ben bir ulağım, aldığımı teslim etmek üzere aracılık eden bir aktarıcıyım. Benden dolayı bir şey olmaz, benim aracılığımla olabilir. Sembolden dolayı da olmaz, sembolün aracılığı ile olur. Sembolün aracılığı da mesajıdır. Kapın çalınmıştır, al o mesajı… Ondan sonra sembole ihtiyacın yok. Neden gidip evinin mutfağına renkli meyve resimleri koymuyorsun da kurumuş dal tutuyorsun? Soruyorum danışana, “Bu kuru dallar neden burada?” diye, “Bilmiyorum ki” diyor. Kim bilecek. Sana ait bu mutfak. Yatağının başucundaki kutuda ne var? “Bilmiyorum” diyor. Açıyoruz, boşandığı kocasının armağan ettiği kolye var. Sonra diyor ki “Benim hayatıma neden kimse girmiyor?” Orada durduğu için mi oluyor, adamı bırakmadığı için mi? Her ikisi de… Hayat diyor ki “Bak buraya bir işaret koyduk.” Hansel ile Gratel’in yolu bulmak için bıraktıkları ekmek kırıntıları gibi… Önce bir dön kendine, evine bak, medet umma. Sembolü koyup her şeyin çözüleceğini bekleme. Sakın sakın sakın…. Senin her şeyini çözecek olan senin farkındalığın, uyanışın, kıyamın, ayağa kalkışın…
Bazı danışanlarınızın evlerine gidiyorsunuz. Neler çıkıyor evlerden?
İnanın kendimize zarar vermek için dışardan kimseye ihtiyacımız yok. Neler çıkıyor evlerden… Ne kilitler… Kendimi de kurcalıyorum. Geçen gün kızım bir hafta boyunca odasını arındırdı adeta. Bırakamadığı her şeyi bıraktı. “Ben bunu niye atamıyorum?” diye hepsine baktı ve bırakmaya hazır olduklarını bıraktı. Odada eneriji akışı başladı. Öncesinde benim zorlamamla yapıyordu, ofluyor pufluyordu. Ama şimdi bir sürü farkındalık yaşayarak attı.
Birden fazla kişinin paylaştığı evlerde, odalarda fark etmek mümkün mü?
En kritik soru, kendi adıma da çok sorguladığım bir konu. Eşimin geçmişe saygısı çok büyük. Bir şeye değer verince “Niye bırakayım?” diyor. Kızım ise tam bir istifçiydi. Herhalde bu kitabı okuyana kadar… Gerekçesi de çok, anlatır, ikna eder, “Niye bırakayım?” der. Yakın bir zamanda kendime şunu sordum: “Benim veremediğim ne var?” Bir ayakkabım var, bir türlü veremiyorum. Veremiyorum ama farkındayım, takipteyim.
Ortak alanlarımıza gelince… Ben de sürekli topluyordum ve mızmızlanıyordum. Oysa bu dünyayı başka insanlarla paylaşıp kendimize ait enerjiyi kendimiz yaratıyorsak ben de bu evin içinde sadece kendimi sorumlu hissettiğim alanı toparlayıp onları kendi alanlarında bırakabilirim. Ben onların başını yemeyi bıraktım, onlar da etrafa eşya bırakmayı bıraktılar. Ev daha sadece sakin bir hale geldi. Ben sakinleşince ev sakinleşti. Yani cevabım şu: Aynı dünyayı paylaştığımız gibi ortak mekanlarda da kendi alanımızdan sorumluyuz. Salonda bile yatıyor olsan mevcut alanında düzeni sağlamak, enerji akışını sağlamak, “Ben iyi için gayret ediyorum” enerjisini hayata geçirmek çok kıymetli. O zaman sen de iyi ile buluşuyorsun. Ama sen kendini, sahip olduğunu hor görürsen sen de hor görülüyorsun. Evet, bir çekyatta yatıyor olabilirsin ama çarşafını yorganını temiz temiz, güzelce sermen, yatacak yerin olduğu için şükretmen de sıçrama yaptırır. Ama evin içinde başkasını değiştirmeye çalışınca çatışma oluyor.
Çocukların anne-babalara sembolik mesajları da var mı?
Çocuklarla çalışma yapıyorum biliyorsun ve ilk iş resim yaptırırım. Onların kullandığı renkler ve konumlandırmalar çocuğun iç dünyasına dair çok önemli mesajlar veriyor. Taciz deyince aklımıza bedensel taciz geliyor ama bazen biz dahi ruhsal taciz ediyor olabiliriz çocuğumuzu. Kendini baskı altında hissediyor olabilir. Mutlu bir insan yetiştirmek çok değerli. Yetenekli, becerikli, bir şeyler yapan değil… Engel ile doğmuş, özel bakıma ihtiyacı olan çocuklar bize bunu anlatıyorlar. Mutlu olmak hayatın ilk prensibi. Bakınız birçok şeye sahip olup mutlu olamayan insanlar ve bize göre birçok şeye sahip olmayıp çok mutlu olanlar… Çocukların seçtikleri renk, yaptıkları resimler, kıyafetleri, oyuncak seçimleri, büyüdükleri halde vazgeçemedikleri oyuncaklar, odalarını kullanma şekilleri hep mesaj. “Neyi var bu çocuğun?” deyip vesvese yapmak yerine odasında biraz oturup incelemek, çözümlemek daha kıymetli. Kendini ifade edemeyen 3-6 yaşta birebir görüyoruz sembolleri. Bazen resimlerinde çok mor kullanıyor çocuk. Niye hep mor? Mor ilham verir ama fazla kullanıldığında depresif bir hal yaratabilir. Çok ilham alıyordur, rüyalar görüyordur, anlatıyordur, “Saçmalama” diyoruzdur ya da arkadaşları dalga geçmiştir. Sarıyı neden az kullanıyor? Arkadaşlık kuramıyordur. Çocuğa her gün resim yaptırıp o günün nasıl geçtiğini görebilir, bir önceki gün ile karşılaştırabiliriz.
Çocukların hastalıkları da aileye mesaj mı?
Kitaba böyle bir örnek ile başladım. Birkaç örneğim daha var. Bu konuda elimden geldiğince destek olmaya gayret ettiğim birkaç aile var. Aileler kabule geçtiğinde her şey dönüşüyor. Mesela erken doğan, kuvözde kalan ve bazen atlatamayan bebekler. Aile önce reddediyor, sonra kabule geçip çocuğun ne anlattığını fark ettiğinde bazen çocuk iyileşebiliyor bazen de gidiyor. O zaman da aile isyanda olmuyor. Anlıyor ki o da bir hayat. Bir hayat illa 90 yıl sürecek diye bir şey yok. O ailenin hastanede yaşadığı şeyler bizim bir ömürde yaşayabileceğimizden çok daha derin, çok daha yoğun içsel yolculuk yaptırıyor. Çocuk astım hastası ise yani akciğerler ile ilgili sorun varsa bu anne ile ilgili bir mesaj olabiliyor. Hayatta bir şeyi kabul edemediğinin, alamadığının mesajını veriyor bize. Tamam tedavisini yaptıralım ama astımın tesadüf olmadığını bilelim. İki kardeşten biri astımlı diğeri değil, neden?
“Hangi sembolü nerede kullandığının farkında olmasan bile sembol çalışır” diyorsun.
Malikane diyebileceğimiz bir eve gitmiştim. Yatak odasına giden koridora sağlı sollu dalga teması olan tablolar asılmıştı. Evde yaşayan çiftin ilişkisi sorunluydu ve kadın iyileşmek istediğini söylüyordu. “İki tarafta da hangi tablolar var farkında mısınız?” dedim. O bana ressamın adını söyledi. Benim içinse dalgalı resim hayatına, çalkantı, belirsizlik, korku çağırmak demek. Değişimin getirdiği korku… Değişim her zaman korku getirmez ama bu kadın korkuyordu. Aynen devam etmek istiyordu aslında. Her gün yatak odasına bu yoldan geçip gidiyor ve kendine hatırlatıyordu. Sonuçta tabloları değiştirmedi çünkü değişime hazır hissetmiyordu.
Bütün dalgalı tabloları, resimleri olumsuz diye etiketleyemeyiz değil mi?
Dolmabahçe Sarayı’na gittik bir gün. Her şeyi, herkesi gözlemleyen bir insan olduğum için panayır gibiydi bana orası. Neyi nereye koymuşlar hepsini izlemeye başladım. Dolmabahçe çok önemli bir figür. Osmanlı Devleti orada bitti, veliaht oradan çıktı gitti. Atatürk orada öldü. Türkiye Cumhuriyeti için kritik bir sembol. Bu bakış açısı ile inceledim. Herkese de tavsiye ederim. Gönderilmiş devlet hediyeleri var orada. Daha ortada savaş yok bir şey yok, hangi devletler hangi resimleri göndermiş bir bakın. Savaş gemileri, dalgalı resimler… Sembol okuyuculuğu bana ait bir bilgi değil. Kadim bir bilgi. Sonra araştırdım da… Zehirli kaftanlar dışında hediyeler aracılığı ile de tılsım yapılırmış. Öyle bir şey veriliyor ki kendi elinle onu baş köşeye koyuyorsun. Ya sana verene değer verdiğinden ya da o eşyayı değerli gördüğünden. Diğer yandan dalgalı resim ilerleyen bir yelkenli için güzeldir, dalgayı arkasına almış gidiyordur. Belki de dalga ve bir mücadele vardır resimde. Belki sen mücadale vermek istiyorsun ya da mücadele vermen gerekiyor ama veremiyorsun, o zaman “Ben bu dalgalı resmi seçmişim çünkü yeterince mücadele etmiyorum, yaşadıklarım bu yüzden” diye okuma yapabilirsin.
ÇATLAYAN BİLEKTEN GELEN MESAJ Meltem Güner, kendi başına gelen bir olay üzerinden kitapta şöyle bir olay okuma örneği anlatıyor:
OLAY
Önemli bir toplantıdan çıkarken ayağım takıldı ve bileğimi çatlattım. Olay anında anlamadım ancak gece ağrım çok arttığında anlayabildim.
OKUMASI
Bu toplantı nedeniyle bir araya geldiğim insanlar veya bizi bir araya getiren işin konusu her neyse bana zarar veriyor. Bunun şu an farkında değilim hatta hayat bana bunu ne yapsa anlatamıyor. Canımı öyle yakacak ve beni bir süre hiçbir iş yapamaz hale getirecek ki o zaman belki anlayabileceğim.
HAYVAN SEMBOLLERİNDEN İPUÇLARI
DENİZ YILDIZI: Yenilenme, tamamlanma, sezgi, vazgeçebilme, iştah
Faydalı olabileceği yer ve durumlar: Hisleriyle hareket eden deniz yıldızları, aşırı zihin ve mantıkla karar alan ve hislerini pas geçenlere iyi gelir. Mide sorunu yaşayanlar için olumlu ancak iştahını kontrol etmekte zorlananlar için olumsuz bir semboldür.
AYI: Güç, sabır, faydalıyı faydasızdan ayırt edebilme, içe çekilme, diriliş, bağlantı, annelik, aşırı gücün kontrolden çıkabilmesi
Faydalı olabileceği yer ve durumlar: Gücü, kendini çevreden korumak için kullanmak istediğin yerlerde, kendini güçsüz hissettiğin alanlarda, kendin için en iyisini belirleyemediğin durumlarda ayı sembolü enerjisiyle destek olur. Çocuklarıyla beraber kullanıldığında harika bir annelik sembolüdür.
KUĞU: Sadakat, evlilik, anne-baba sorumluluğu, zarafet, birlik, aşk, dirlik
Faydalı olabileceği durumlar: Evlilikler, nikah törenleri ve evli çiftlerin yatak odalarında kullanılabilir. Çiftler arasında sadakati artırmak, aile bağlarını güçlendirmek için iki kuğu bir arada kullanılmalıdır. Anne ve çocukla ilgili de olumlu enerjiler aktarır.
EVİNİZİ OKUMAYA ÇEKMECELERDEN BAŞLAYIN
Nereden başlasak, bir öneriniz olur mu?
Çekmece önerim var. Üç çekmeceli komodinin var diyelim. O gün amacın sadece o komodini temizlemek olsun. Ama önce çekmecelerin fotoğrafını çek. Neleri bir araya getirmişsin bir bak. İlaçlar, fotoğraflar, evlilik cüzdanın, bir hediye… O senin karmakarışık halin, çatışmaların. Orayı bir oku. Sonra bunları ayıkla. Hemen attıklarınla çok ilgilenme, kalanlara bak. Neden gidemiyorlar? Otomatikman bırakamadıklarımız var. 20 yıllık bir tişört mesela… Geçen sezonun giysileri atılıyor, o atılmıyor. Neden? Oraya bak… Sen bir gün gittiğinde “Ne zarif eşyalar kalmış” deyip yakınlarının da atamayacağı şeyler kalsın. Geri kalan her şey sırtında, enerjinde taşıdığın yük.
O tişört güzel bir anıya ait olamaz mı?
Anı biriktiriyor zaten, eşya değil.
Güzel bir anı olsa bile mi sıkışıklık yaratıyor?
Tesir var, etki altında kalmak var. O anının yaşandığı yaş hangisi? O anıdaki kişi ile ilgili arandaki bağ ne? Saygı mı, sevgi mi? Bir bileklik diyelim… Anneannenden mi kalmış, atamıyor musun? Atma ama anneannenden sana ne miras kalmış, bir bak? Neden bileklik de yüzük değil? Bileklik el becerisiydi ya, sana bu mirası bırakmak istiyor belki de. Biriktirdiğin anılarının sana mesajı ne? At demiyorum, fark et, yüzleş, mesajı içeri al. Belki de o zaman o mirası alacaksın, onun çok özendiğin bir özelliğini kendinde açacaksın belki. “Ben de onun gibi yemek yapayım” deyip bir yerden başlayacaksın.
Bir nikah şekeri mesela. Onlarca nikaha gittin de niye o nikah şekerini ayırdın. O çift belki çok mutlu, belki ayrıldılar ama sen nikah şekerini hala saklıyorsun. Belki sen o nikahın olduğu tarihte bir şey yaşadın. O günden bugüne bak. Neler yaşadın, otur yaz. “Ne yapayım ne edeyim?” deyip korkmayı bırak, “Ben o günden beri neler yaşadım, neler başardım, şunları da hala aşamadım” diye fark et. Hop barıştın onunla… İstersen sembol olarak dursun o şekeri, fark etmez, sen mesajı aldın artık.
Serçe sembolünün ifadeleri: Tedirgin, bulunduğu yerin enerjisinden etkilenen, topraklanma ihtiyacı olan, köklenemeyen, sevimli, eğlenceli, bir araya gelişin gücü.
1 Yorum
Anonim
çok teşekkür ederim …eyvallah
Yourmlar kapatıldı