Başlıkta yazan ifade bana değil, Sokrates’e ait ve kendisi bu söylediğini, bu uğurda canını verecek kadar önemsemiş.
Sokrates yaşadığı çağda yargılanan, düşünceleri ve söylemleri nedeniyle aykırı bulunan ve en sonunda da baldıran zehri ile hayatı sonlandırılan bir filozoftu. Kendisini ihbar eden kişi okulundan kovduğu öğrencilerden birisiydi. Beş yüzler meclisi tarafından yargılanan Sokrates’ın suçu; o dönemin Atina tanrılarına inanmayarak gençleri baştan çıkarması ve kötü yola sevk etmek amacıyla onları farklı düşünmeye sevk etmesiydi. Sokrates hakkındaki birçok bilgiye öğrencilerinden biri olan Platon’un (Eflatun) kaleme aldığı “Sokrates’in Savunması” adlı eser sayesinde ulaşıyoruz.
O dönemde kendisini yargılayanlara ve hatta öldürmek isteyenlere Soktares şöyle teşekkür ediyor:
“Beni ölümsüz yapacak olan, bugün burada ölmem için gayret gösterenler olacaktır. Onlar benim ve savunduğum düşüncelerimin geleceğe aktarılması için, benim iyiliğim için uğraşmaktadır. Oysa dost bildiklerim kurtulmamı ve inandıklarımın benimle beraber yok olmasını isteyerek bana kötülük yapmaktadır.”
Ne ilginç öyle değil mi?
Sokrates MÖ 399 yılında, 70 yaşındayken öldürüldü. Gelin, kendisi ve fikirleri neden tehlikeli görülmüş bir bakalım.
Sokrates öğretisi üç aşamadan oluşuyordu. Öncelikle kişiye soru sorarak onun neyi bilip, neyi bilmediği araştırılırdı. İroni yani alay ile kişinin egosu ve bilgiye ne derece tutunduğu tespit edilirdi. Son olarak da kişinin varlığında var olan bilgiyle buluşması sağlanırdı.
Bu öğretiye bir tür ebelik gözüyle bakılırdı. “Kimse kimseye yeni bir şey öğretemez, yalnızca var olanı fark ettirebilir” düşüncesiyle hareket edilirdi.
Sokrates ölümü seçmekle haklıymış. Baksanıza 2500 yıldır hâlâ yaşıyor. İz bırakmak, hatta çağlar boyu ölümsüz olmak bu olsa gerek.
Hayvanlar üreyerek genlerini geleceğe aktarıyor. Elbette memeli bir canlı olarak biz de üreme ve varlığımızın bir parçasını ileriye taşıma gayreti içindeyiz. Beden ne derece taşınabilir? Yani fiziksel özelliklerimiz, bireysel anılarımız hatta maddi olarak sahip olduklarımız? Sonuçta bin yıllık Roma imparatorluğu bile yok olup gitmiş. Neye sahip olursanız olun bir gün hayata iade edersiniz. Sadece fikirlerimiz, keşiflerimiz ve belki de bunları yorumlama biçimimiz daha uzun yaşar.
Yaşadığımız dönemde en sıkı bağ bilgi ile kuruluyor.
Bildiğinden emin olma hali, hepimizin bizim bildiğimizi bilmeyeni ve/veya bizim gibi düşünmeyeni cahil-bilgisiz-kötü-öteki olarak tanımlamasına sebep oluyor.
Öteki kavramı, tıpkı aynı kutupların birbirini itmesi gibi, bizi birbirimizden uzağa iterken; aslında aynı olduğumuz kavramını yüzümüze vuran akımlar ise bizi aynı yöne sürüklüyor.
Nasıl mı?
Bir muhafazakâr ile bir liberal aynı marka arabayı kullanabiliyor, aynı marka kıyafetleri giyip, aynı estetik kaygıları taşıyabiliyor. En önemli beklentileri kendi alanlarında onlar gibi düşünenlerin yanında huzurlu, mutlu ve güvende hissetmeleri olabiliyor. Kamplar gibi semtlerin, partilerin, inanışların da ortak bir dili, yaklaşımı ve hayatı yorumlama biçimi bulunuyor.
Entelektüel kaygılar taşıyan iki farklı kutbun temsilcileri konuşur veya yazarken; inandıkları, bildikleri kitap, kişi veya inanıştan referanslar veriyor.
“Benim deneyimim, gözlemim, hissettiğim, keşfettiğim…” demek yerine; “Mevlana der ki, Kutsal kitap der ki, Osho der ki, Marks der ki…” deniliyor. Der ki…
Keşif yoluyla kendi dünyalarını fetihte olanlar ve olayları dışarıdan seyredip içeride kendisiyle ilgilenenler, gözlem yaparak dışarıyı değiştirme gayretini bırakanlardır. Bunlar, dışarının kargaşasından uzakta güvenli bir limanda huzur içinde dinlenirler. Ölüm dâhi çalsa kapılarını, “hazırım” der, yola devam ederler.
Medyanın ve sosyal medyanın yaratıcıları bu benzer kutupların birbirini ittiği gerçeğini çok güzel uygulamaya koyuyor.
“Ağaçlar kesilsin yol yapılsın.” … “Hayır, kesilmesin, doğa korunsun.”
İkisi farklı mı? Evet mi?
Hayır, ikisi de aynı.
Bir olayın karşısında kendi dediklerinin olması için bütün enerjilerini harcayanlar….
“Ne yapalım, bırakalım kessinler” veya “Kesmesinler, yollarımız eski mi kalsın” diyenler…
Her iki durumda da “benim dediğim olsun, benim bildiğim doğru” deniliyorsa; diğerine öfke duyuluyorsa ya da yargılama varsa; ağaçlar kesilse de kesilmese de biz biz olma halinden çıkmış oluyoruz.
Ağacı korumak isteyen grubu; “doğayı gerçekten koruyor muyum?”, “kullandığım deterjan, kâğıt, tükettiğim yiyecekler doğayla uyumlu mu?”, “evimi ısıtmak, duş almak için harcadığım kaynaklar başkalarına zarar veriyor mu?” sorularını cevaplamaya davet edelim. Ayrıca; oturduğu evin m2’si ve o ev yapılırken kullanılan beton, arabasının harcadığı yakıtın atmosfere verdiği zarar ve benzeri birçok konuyu da düşünmeye davet edelim. Kişi, bu olayı yaşadığı sırada neden bu derece tepki verdiğini içine sorarak kendisi ve doğa arasında süregelen kavgayı, itişmeyi bırakabilir. Yani, değer verdiği doğaya o değeri hakkıyla gösterme yolunu seçebilir.
Gelelim ağaçları kesip yol yapmak isteyenlere… Gelişmek, ilerlemek ve ulaşımı kolaylaştırmanın tek yolunun ağaçları kesmekten ve doğaya savaş açmaktan olduğunu düşünüyorlarsa bilmeliler ki; doğa kendisinden alınanı geri alacaktır. Doğa ile olan itişmesini bırakamayan bu grup ise, eninde sonunda doğaya hakkını teslim edecek deneyimler yaşayacaktır.
Burada önemli olan, olay karşısında farklı düşündüğümüzü zannederken aslında hepimizin aynı tarafta olduğunu fark edebilmemizdir. Evine hızlı ulaşmak isteyen, petrol yakıtı kullanan, yolların bakımlı olmasını istemekle birlikte şehir hayatını benimsemiş ancak doğayla da iç içe yaşamak isteyen bir kişi, ayrıcalık istemektedir. Yol yapacak olan diğer kişi de ona ve kendisine hizmet edip, doğayı görmezden gelmektedir.
Yani anlayacağınız, farklıyız derken birbirimize destek çıkıyoruz.
Bugün çoğumuz kayıplara ve olumsuzluklara odaklanıyoruz. Hatta bunu yapmamız için adeta hipnozla yönlendiriliyoruz.
Bilmeyi bırakıp, izleme ve olayın mesajını okuma gayreti içine girdiğimizde ise içimizde duran, tarafımızca keşfedilmeyi bekleyen gerçek bilgiyle, bildirenle buluşuyoruz.
Sevgiler….
Meltem