Bu İçeriği Paylaş
İlişkilerinde ya da toplum içinde kendisine yeterince değer verilmediğini hissedenlerin temel davranışları, alttan alıp karşısındakini idare etmek ve bunun sonucunda oluşan baskı nedeniyle de öfke patlamaları yaşamak oluyor. İstemediği halde onaylamak zorunda hissetmenin ortaya çıkardığı, “Onun istediğini yaparsam, o da benim istediğimi yapar” beklentisiyle hareket etmek ise kısıtlanmışlık hissini doğuruyor.
Değersizlik hissinin altında, insanın kendini gerçekleştirmesi yerine, onu onaylayacak kişiye taviz vermesi yatar. Taviz verdiği kişi tarafından duygusal olarak tacize uğradığı düşüncesi ise içsel söylenme, zorunda olduğu için itaat ve fırsatını bulduğunda da kurallara karşı gelme şeklinde ortaya çıkar.
Özgün olduğunda kabul görmeyeceği düşüncesinin yanında, kendini bir başkası olmadan tam ve bütün hissedememekten sebep, hep bir arayış içinde olma hali ve statünün onu tamamlayacağı algısını yaratabilir. Statü ile anlatmak istediğim; evlilik, mal edinimi, kariyer, çocukların başarıları, kısacası toplum önünde değer göreceğini düşündüğü bir olguya ihtiyaç duyar. Bunları kaybetmekten korktuğu için de bahsi geçen konuyla ilgili tavizler verir. Sonuç olarak hayatının merkezinde kendisi değil, onu onaylayacak ya da onu onaylatacak daimi bir unsur bulunur.
Hayat kuralları
Bir tür gönüllü kölelik misali, kendini efendi zannettiği konuda da tutsaklaşır. Mevcut durumdan ne kadar şikâyet ederse etsin, durum değişikliği onu tedirgin eder. İçinde huzursuzluk yaşasa da, bir yatırım olarak gördüğü bu sürecin kendi istediği şekilde devam edemeyecek olması halinde hırçınlaşır, hesap sorma isteği artar ve şikâyet eder.
Bir çoğumuzun çevresinde gözlemlediği bu durumu, kendimiz açısından tespit etmek pek kolay olmaz. İnsan yaşadıkları sonucunda aldığı kararları genellikle kendine karşı savunur ve kendini kurban görme psikolojisine yönelebilir. Mevcut durumu istediği yöne sevk etme uğruna duygularını görmezden geldiği veyahut başkasının hayatını iyileştirmeye yöneldiği sürece, bu psikolojiden çıkması kolay olmayabilir.
Yaşadıklarına körleştiren perdeyi aralamak için yapılması gereken, karşı taraftan beklenilen davranış değişiklerini kendinde uygulamaya yönelmektir. Başkasının davranışını değiştirmeye çalışan için değerli hissetmek pek mümkün olmaz.
“Aldığım kararları, yaşam biçimimi, ona söylediklerimi, kısacası yaptıklarımı onaylasın” davranışını bırakıp, alınan kararların uygulamaya konması ise özsaygıyı açığa çıkarır.
Bunun için en temel prensip, kendi hayat kurallarını oluşturmaktır. Kuralların hayatı kolaylaştırdığını fark ettiğimiz anda prensipli davranmak; duruma ve kişiye göre davranmaktan bizi özgürleştirir ve kendi bakış açımıza göre hayat şekillenmeye başlar.
Kendin olmaktan vazgeçmek
Bunu bir örnekle açıklamak isterim:
Ayşe ve Ali, genç yaşlarında bir arkadaş toplantısında tanışırlar. Bu tanışıklıktan kısa bir süre sonra birbirlerine âşık olduklarına karar verirler. Kısa bir süre sonra da evlenirler. Birbirlerinden oldukça farklı karakterdedirler. Ancak onların odaklandığı konu henüz karakter değildir. Bir arada yaşamaya başladıktan kısa bir süre sonra farklılıklarını gözlemlemeye başlarlar. Ancak görmezden gelirler. Farklılıklar iyidir, onları zenginleştirmektedir. Aralarında oluşan çekim gücü o derece güçlüdür ki, bireysel olarak orta noktada buluşmak onları besler.
Bir süre sonra Ali, Ayşe’nin istediği şekilde kendisine davranmadığını düşünmeye başlar. Ayşe de benzer bir düşüncede olsa da, bundan hiç bahsetmez. Bahsi geçen konuyu birbirleriyle değil, kendi kendileriyle konuşmaya başlarlar. İçsel dedikodu başlamıştır. Ancak her ikisi de bu durumu idare edebileceğini düşünür. Karşı tarafa istediklerini yaptırabilmek için, onun istediklerini yapmaya başlarlar. Bu her ikisinde zamanla değersizlik duygusunu açığa çıkarır. Değer vermeyen karşı taraftır. Bu yaklaşım yıllar boyu devam eder. Bir süre sonra ikisi de “karısını çok seven, kocası için fedakârlık yapabilecek” bir tavır sergiler. Oysa içeride ikisi de birbirini suçlamaktadır. Her ikisinden de bir kez olsun samimiyetle, “Ben ilişkiye devam etmek için kendim olmaktan vazgeçtim,” itirafı gelmez. Zaman içinde aralarındaki bu suskunluk, sıradan konuşmaların içerisinde filizlenip büyür ve koca gövdeli bir ağaca döner. Konuşurlar, lakin asıl konuya hiç değinmezler. İçerideki baskı, tıpkı bir volkanın aniden fışkırttığı lavlar gibi ortalığı yakar, eldeki değerler de yavaşça azalır.
Değersizlik hissi, kendimiz olmaktan vazgeçip bizi onaylayacak olana taviz vermemizden doğar.
Kararlarımızın merkezi
Her ikisi de bu birliktelikten pişmandır, karşı tarafı sorumluluklarını almamakla suçlar ve daha da önemlisi hayal kırıklığı yaşamaktadırlar. İlişkinin geleceğiyle ilgili karar alamazlar.
Gerekçeleri nettir: Çocuk ya da çocuklar, onca yıl, belki de hiçbiri değilse de hesap sorma isteği ya da alışmış olmak.
Huzursuzluk artık standartları olmuştur.
Hayallerini rafa kaldırmış bu iki insanla birebir görüşmelerde şunu öğreniriz ki; tek bir talep vardır, karşısındakinin onu anlaması ve değer vermesi. Gelin görün ki umut da tükenmiştir.
Ne istediklerini sorarsınız.
“Hesap sormak” isterler.
Çözüm değil. Geçmişin, yapılmayanların, yapılanların, kısacası ölmüş gitmiş olan dünün hesabıdır bu.
Peki kararınız nedir?
“Karar verirsem ne olacak? Ayrılalım mı yani? Peki, bunca yılın hesabını kim verecek?”
Karar vermek istemezler.
Karşı tarafın verdiği kararı uygulamak isterler.
Bu sayede sorumluluk almak yerine, yeni bir şikâyet konusu daha ortaya çıkar.
Şikâyet çukuruna düştü mü bir kere insan, oradan ancak kendi gayretiyle çıkar.
Kararlarımızda merkezde “biz” olmalıyız.
Ayşe ya da Ali nasıl huzur bulur?
İlla ki ayrılarak mı?
Bence ayrılarak değil. Öncelikle kendilerine karşı samimi olmak, bu durumu sağlıklı hale getirir.
Önerimiz şu olur:
“Bu ilişkinin başlangıcında beklentim……. idi. Gerçekleşen……..”
“Bu ilişkinin içinde ben……… şeklinde davrandım, ……….. davranmakla……….. sonucu yarattım.”
“İlişkiyi değil, ilişkide olduğum kişiyle olan bağımı………. iyileştirebilirim. Benim yapabileceklerim……………..”