İnsanlık tarihi boyunca farklı medeniyetler ve inanç sistemleri, zamanın ve evrenin doğasını anlama çabası içinde olmuştur. Kadim Uygarlıkların birçoğu bir kralın tahta çıkması ya da bir hanedanlığın başlangıç tarihini döngü ya da çağların başlatıcısı olarak kabul etmiştir.
Bununla birlikte Hinduizm’den Maya uygarlığına, Zerdüştlük’ten Yahudilik ve İslam’a kadar uzanan geniş bir yelpazede, zamanın algılanışı ve döngüsel çağlar ile dönemlerin yorumlanması farklı şekillerde de gerçekleşmiştir. Tarihsel süreçte insanlar zaman ve varoluşun döngüsel doğasını, evrenin ve insan bilincinin sürekli değişim ve dönüşüm içinde olduğu fikrini kendi inanç ve gelenekleri çerçevesinde işlemiştir.
Hinduizm’de zaman, Satya, Treta, Dvapara ve Kali olmak üzere dört ana Yuga’ya ayrılarak döngüsel bir yapıda kavramsallaştırılmıştır. Her Yuga, ahlaki değerlerin ve insan bilincinin farklı seviyelerini temsil eder; bu döngüsel süreç, evrenin ve insanlığın sürekli yeniden doğuşunu simgeler. Hindu kozmolojisinin bu temel yansıması, evrenin yeniden yaratılışı ve yok oluşu ile süreçlerin tekrarlanması fikri üzerine kuruludur.
Maya uygarlığı zamanı, Uzun Sayım Takvimi aracılığıyla büyük dönemler olarak kategorize eder; her bir dönemin sonu yeni bir çağın başlangıcını işaret eder. Bu anlayış, evrenin ve insanlığın kozmik bir döngü içinde yeniden doğuşunu ve dönüşümünü vurgular ve Mayalar için zaman, evrenle uyum içinde yaşamanın ve kozmik döngülerin bir parçası olmanın önemini gösterir.
Zerdüştlükte zaman, iyi ve kötü arasındaki kozmik mücadele çerçevesinde anlaşılır; bu mücadelenin sonucunda iyiliğin zaferi ile sonuçlanacağı lineer bir süreci işaret eder. Ancak, bu lineer süreç dahi döngüsel bir perspektifle ele alınabilir, çünkü kozmik mücadele sürekli yeniden ortaya çıkar ve evrenin temel yapısını tanımlar. İyi ve kötü tanrı arasındaki mücadele belli zaman aralıklarıyla gerçekleşir ve her dönem sonunda yeni bir çağ başlar.
Antik Yunan ve Roma, dönemleri Olimpiyatlar ve konsül toplantıları üzerinden hesaplarken, Ortaçağ Avrupası’nda Roma’nın kuruluş tarihi, diğer bölgelerde ise hükümdarların tahta çıkışı veya hanedanlıkların başlangıcı önemliydi. Bu konuda ilk önemli yenilik Yahudilikten geldi; dünya Tanrı tarafından yaratılmış ve Mesih’in gelişiyle bu döngü tamamlanacaktı. Hristiyanlık, Hz. İsa’nın doğumunu bir milat olarak belirleyerek, özellikle Paskalya bayramının hesaplanması ihtiyacından doğan bir sistem geliştirdi. Bu sistem, ilk hesaplamaları İskenderiye’den alarak, Güneş ve Ay takvimleriyle uyumlu çalıştı. Ancak, ilginç bir şekilde, bu düzenlemeler için başlangıç noktası olarak Hristiyanlara zulmeden bir imparatorun doğum tarihi seçilmişti. Yüzyıllar sonra Hz. İsa’nın doğum tarihi, Papa I. Johannes’in görevlendirdiği bir keşiş tarafından 25 Aralık olarak belirlendi. Ancak, sonradan yıl seçiminde bazı hatalar yapıldığı anlaşıldı. Günümüzde, bu tarih hâlâ tarihsel bir çizginin başlangıcı olarak kabul edilse de, Hz. İsa’nın doğum yılının doğru hesaplanamadığı bilinmektedir. Bu sistemle, zamanın döngüsel değil, lineer bir çizgi üzerinden algılandığı bir dönem başladı. Ancak insanlar, hâlâ döngüsel zaman algısını koruyarak, dönemlerin bitişi, dünyanın sonu veya yeni başlangıçlarla ilgili düşünceler geliştirmeye devam etmektedirler.
İslam’da ise yeni bir başlangıç noktası, Hz. Muhammed’in M.S. 622 yılında Mekke’den Medine’ye yaptığı hicretle belirlenmiştir. Hicri takvim bu tarihten itibaren başlar ve Ay takvimine dayanarak hesaplanır.
Günümüzde çağ ve dönemler için en yaygın kullanılan kavramlar; milenyum, dijital çağ, kova çağı, bilişim çağı şeklindedir. Bunun yanında takvim kavramına sonradan giren 100 yıl ve 1000 yıl ölçümleri de hayatı algılamamızda etkili oluyor. “Yüzyıl” terimi, başlangıçta 100 Romalı askerden oluşan bir birliği tanımlayan Latince “centuria” kelimesinden gelmektedir. Zaman içinde bu terim 100 yıllık bir süreyi ifade edecek şekilde evrilmiştir.
“Milenyum” terimi de benzer bir Latince köke sahiptir: “bin” anlamına gelen “mille” ve “yıl” anlamına gelen “annus”. Bin yıllık bir dönemi ifade etmek için kullanılmıştır.
Her iki terim de, özellikle “milenyum”, Yeni Ahit’teki Vahiy Kitabı’nda bahsedilen Mesih’in bin yıllık hükümdarlığına atıfta bulunan Hıristiyan terminolojiyle de ilişkilidir.
2000 yılı sonrasındaki kavramlara bakış açısında da böyle bir değerlendirme ölçütü geliştirildi. Oysa yılların ardı ardına gelmesi sadece döngüsel bir süreçle ilgili, sayılar sayesinde tarihsel varlığımızı algılamamız ya da hedeflerimizi gerçekleştirmek için planlama yapmamız kolaylaşıyor. Bunun dışında yüklediğimiz anlamlar, bizim zihinsel yaratımlarımız ya da bize yaşadığımız dönemle ilgili enjekte edilen kavramlar sebebiyle oluşuyor olabilir. Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan halklar milenyum olarak tanımlanan dönemi aynı şartlarla yaşamıyor. Büyük şehirlerde kendi dünyalarını internet ve elektrik üzerinden şekillendirenlerin bakış açısı bu yönde olsa da kırsal bölgeler ya da sömürge altındaki toplumlar için çağın algısı çok daha farklıdır. Dolayısıyla da geleceğe bakış açısı da aynı minvalde değişkenlik gösterir.
Bunun dışında bir de dijital çağla birlikte zamanın hızlandığı gibi yorumlar da hiç gerçekçi değildir. Sadece görev listeleri arttığı ya da zamanı kullanma şeklimiz değiştiği için bu şekilde algılıyoruz.
Aslında Dünyanın dönüş hızı zamanla azalıyor. Bu yavaşlama, öncelikle Ay’ın Dünya üzerindeki gelgit kuvvetlerine bağlı olarak meydana gelir. Gelgit etkileri, Dünya’nın dönüş enerjisini azaltır ve bu enerji, Ay’ın yörünge hızını artırarak Dünya’dan uzaklaşmasına neden olur. Bu süreç, Dünya’nın dönüş hızının çok yavaş bir oranda azalmasına ve dolayısıyla gün uzunluğunun artmasına yol açar.
Jeolojik ve astronomik kayıtlar, Dünya’nın dönüş hızının milyarlarca yıl önce çok daha hızlı olduğunu göstermektedir. Örneğin, yaklaşık 1.4 milyar yıl önce, bir günün sadece yaklaşık 18 saat sürdüğü tahmin edilmektedir. Günümüzde ise, her yüzyılda gün uzunluğu yaklaşık 1.7 milisaniye artmaktadır. Bu yavaşlama oranı çok küçük olduğu için, insan ömrü boyunca fark edilebilir bir etkisi olmamaktadır.
Aslına bakarsanız eski insanların takvimle olan ilişkileri bizden oldukça farklıydı. Onlar için takvim ritüellerinin belirlenmesi, ekim zamanlarının, çalışma ve kutlama günlerinin ayarlanması ve doğanın döngüsünün fark edilmesi yönündeydi.
Bitişin sembolü karışıklıktı ve doğumun sembolü yeniden düzenin kurulmasıydı. Bizim algımızdaysa yenilik kaostan ve düzenimizin bozulmasından sorumlu gibi değerlendiriyoruz. Geçmiş düzenliydi, gelecek kaos algısı bizim kadim halklardan farklı bir yöne bakmamıza neden oluyor. Onlar kaosu geride bırakarak, geleceğin düzen getireceği fikriyle zamanı değerlendirirken biz tam tersini yapıyoruz. Üstelik onlar için zaman bir Güneş döngüsüyken, bizim için yüzlerce yıl sonrasında olabilecekleri içeriyor. Gelecekle ilgili bu bakış açısı bizi ister istemez endişeye sevk ediyor. Çıkan haberlerle manipüle edilen algımız, dünyanın sonunun geldiğine inanmaya yatkınlaşıyor. Oysa her son bir başlangıcın habercisi ve yeniliğin oluşması için eskimiş olanın yok edilmesi gerekiyor. Bu nedenle eskimiş olanın bizim için ne ifade ettiğini doğru tanımlamalıyız. Şenlik ateşine her şeyimizi atmamıza gerek yok, sadece geride bırakmak istediklerimiz ya da işimizin bittiğine karar verdiklerimizi yakıp, önümüze bakabiliriz. Bizi ıstırap içinde bırakan en önemli kavram, değerlerimizi yerli yerine oturtamamak, içi boşalmış kutular gibi kavramları şekilden ibaret zannetmek. Neyi, neden ve hangi amaç için yaptığımızı düşünürken, şekilden çok içeriğe bakmamız gerektiğini hatırlamalıyız.
Bu noktada bir önerim olacak. Sizin için hayatınızda döngüleri temsil eden olayları çıkartabilirsiniz. Tıpkı eski halkların döngü tanımlamalarında olduğu şekliyle, herhangi bir olayın başlayıp, eskidiği ve sonunda bittiği, mantığını kendi kişisel tarihiniz için oluşturabilirsiniz. Bu sayede bir sorunun sonsuza kadar devam edeceği algısını zihninizde değiştirmeniz kolaylaşabilir. Bir anlamda bu bilgileri kaos ve düzen için seçim yapmak olarak da değerlendirilebiliriz. Hatırlamanız gereken eski halklar eskiyi gönderirken bir karmaşa yaratıyorlar ve bunun yerine düzeni sağlamak üzere hareket ediyorlar. Yeri gelmişken şunu hatırlatayım; kaos, bilinmeze teslim olmak, hayatı kontrol etmekten el ayak çekmektir.
Bizler çoğunlukla zihnimizin içinde kurguladığımız var olanın bozulduğu, her geçen gün kötüye gidiş ve yok olanlara odaklı bir zaman algısında yaşıyoruz. Yeniden kadim bilgileri hayatımızı düzenlemek ve algımızı iyileştirmek için kullanabiliriz. Hayat eskiyen, vakti dolan, çürüyen ya da işlevselliğini yitirenin yerine yeni ve umulmadık sonuçlara her dem gebedir.